Biletinial'da etkinlikler bir tık uzağında !

Ülke Seçiniz

Şehrinizi seçip eğlenceye devam edin.

Binlerce etkinlik ve mekanı keşfet...
Popüler Aramalar
Biletinial Öneriyor
      Biletinial Öneriyor
        Şehrini Keşfet #Şehrine Özel Etkinlikler
        • Türkçe
        • English
        • Hrvatski
        • Shqip

        Joachim Trier


        İlk filmi Reprise ile İstanbul Film Festivali’nden Altın Lale kazanıp, ikinci filmi Oslo, 31th August ile de Jüri Büyük Ödülü’nün sahibi olan Joachim Trier, önce bu ayki Filmekimi’nde, ardından da vizyonda olacak son filmi Louder Than Bombs’la Türkiyeli genç ruhları delik deşik etmeye devam ediyor.

        İstiklal’den Norveç sahiline...

        Sinema, dünyanın öbür ucunda duyguları, sorunları, çözümleri ve sıkışmışlığı size benzeyen, sizin gibi öfkelenip, sizin gibi nefret eden, sizin gibi mutlu olup, sizin gibi âşık olan birilerinin olduğunu hissettirebilme gibi bir mucizeye kadir. 20’li yaşlarında İstanbullu bir genç olarak İstiklal Caddesi’nde döndüğünüz bir sokak Norveç’in sahil kasabasına çıkabiliyor hâl böyle olunca. 2007 yılının nisan ayında İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale için yarışan Joachim Trier filmi Reprise’ı izlemek için İstiklal’den Emek’in sokağına meyleden onlarca genç, bir anda gördüğü filmin içinde kendini buluverdi. Dili, rengi, coğrafyası bambaşka ama duygusu ortak bir nefes darlığıydı Reprise’dakinin.

        Benzer bir durum beş yıl kadar sonra, bu kez Oslo, 31th August’ta gerçekleşti. Artık sokağına sapılacak bir Emek Sineması kalmamıştı ve önemli çoğunluğumuz, filmin kahramanı Anders gibi eroin bağımlılığından arınmak için girdiğimiz rehabilitasyon merkezinden çıktığımız günde değildik. Ama hayat birçoğumuz için aynı ölçüde boştu ve yaşamanın anlamını, değerini hep beraber sorguluyorduk.

        Özetle Joachim Trier, senaryo ortağı Eskil Vogt’la bir olup ruh haritamızı çıkarmış ve gördüklerini ezberleyip karşımıza getirmişe benziyordu. Böyle geniş geniş genelliyorum, zira bu duygu ve hayaller bana özel değil. Filmlerden sonra oturup konuştuğum, sohbet ettiğim, sonrasında film üzerine yazıp çizdiklerini okuduğum pek çok insan için bu iki özel filmin hissi aşağı yukarı böyle. Norveçli genç sinemacı Joachim Trier, yetişkin bedeni ağır gelen çocuk ve ergen ruhların kılavuzu olmaya ant içmiş gibi.

        Her şeye rağmen mutsuz olmaya değer

        Ergenlik döneminin üzerinden yıllar geçmiş ama hâlâ net bir çizgi üzerinde ilerleyemeyen, karmaşık ve gergin, ürkek ve ne istediğini bilmeyen, hayat amacını bulmak zorunda bırakılmış ama yaşamak için amaca ihtiyaç duymayan, yaşama duyduğu ilgi yitirmiş ya da hiçbir şeye tahammül edemeyecek kadar melankoliye kapılmış kahramanlarıyla, hayatta mutsuz olmaya değecek çok şey olduğunu kanıtlamak istercesine çekilmiş Reprise ve Oslo, 31th August’un ardından, Trier geçtiğimiz mayıs ayında Cannes’da yarışan ilk İngilizce filmi Louder Than Bombs ile çıkageldi. Azılı hayranları tarafından bile fazla bağra basılmamış ve genellikle olumsuz eleştiriler almış olsa Trier, sinemasının özünden çok da bir şey kaybetmiş değil Louder Than Bombs’da.

        Annesini bir trafik kazasında kaybeden ergen Conrad’ın, yasın farklı evrelerindeki abisi ve babasıyla yaşadığı hayata karşı zayıflayan bağlarına odaklanan Louder Than Bombs ile ilgili Cannes’daki eleştiriler filmin fazla yavan ve klişelerle dolu olduğu yönündeydi. Sürekli olarak onu Cannes’da ana yarışmada yer almasına kadar getiren aşama göz önünde bulundurularak yapılan bu değerlendirmelere belli ölçüde hak vermekle birlikte, tamamen katılabilmek çok mümkün değil bana göre.

        Trier açısından baktığımızda önceki işlerinin üzerine çıkan bir film olduğunu söylemek güç olsa da, diğerlerinden çok da aşağı kalır bir yanı yoktu Louder Than Bombs’un. Duygu olarak önceki filmlerin izini birebir sürdürürken, ilk İngilizce sınavı ve yabancı oyuncu tecrübesinde, özellikle senaryo kısmında biraz daha ana akım sularda yüzmeyi tercih etmiş sanki Trier. Buna rağmen sinemasının en akılcı araçlarından kurgu konusunda, yine önceki işleri aratmayacak bir başarıya sahip. Hattâ bu filmde kurgunun değeri öncekilerden bile fazla. Bir yakını kaybetmenin tarifsiz acısı ve yas dönemini içinden çıkılmaz bir kâbusa çeviren anılar, geçmişe ait görsel hatıralar, Trier’in marifetli kurgusu vasıtasıyla, filmin kahramanına ve ailesine yabancı hâlimizi bir anda sıfırlayıveriyor.

        Trier’in Reprise’da iki edebiyat dahisi gencin birbirine yazdığı mektuplar ve şiirler üzerinden görselleştirdiği sekanslar, Oslo’da ise filmin girişindeki muazzam Oslo epiloğu gibi imza bölümlere benzer bir Trier imzası, Louder Than Bombs’ta da kahramanımız Conrad’ın, annesinin ölümünden sonra yazdığı bir yazının okunduğu montaj bölümde kendini bir kez daha gösteriyor. Filmin uzun süre zihinlere kazınacak başka anları da var hiç kuşkusuz. Isabelle Huppert’in canlandırdığı anne karakterinin fotoğrafçılık geçmişini bir çeşit görsel rehber olarak kullanan ve dünyada acının varlığına farklı coğrafyalardan imajlarla örnekler sunarak bir anlamda ruh hafifleten Trier, annenin geçirdiği kazayı da tekrarlar ve 1000 kare çekilmiş muazzam planlarla unutulmaz kılıyor.

        Normale hapsolmuş kahramanlar

        Reprise’da hayat boyu benzer emellere sahip iki genç erkekten birini hayallerine kavuşturup, hemen sonra aklını kaçırtan Trier, Oslo, 31th August’ta ise uyuşturucudan kurtulup normal hayata dönmeye çalışan kahramanını normalin renksizliği içerisinde kaybediyordu. Aynı Trier, Louder Than Bombs’ta bir damla optimizmi karakterlerine çok görmemiş olsa da yine karanlık sularda yüzerek, insan zihninin acıya meylini tüm açık sözlülüğüyle bir kez daha gözler önüne seriyor. Bunun yanında doğum ve ölüm, hayal ve gerçek gibi kimi ikilemlere fazlaca kapılıp, hikâyesinin özünü ıskalıyor da kimi zaman. Ama bu da sorun değil, zira biz yine çoktan kendimize yetecek kadar empatiyi ruhumuzun derinliklerine çekip uzaklaşıyoruz filmin yanından.

        İstiklal’de Reprise ve Oslo izleyip çıkmış seyirci, bu ay Filmekimi’ndeki Louder Than Bombs gösteriminden nasıl bir hâlet-i ruhiyeye sahip şekilde çıkacak, bundan sonra sırada ne var, Trier bizi nerelerden eşeleyecek, Eskil Vogt’la bir olup yazdıkları senaryolarla kalbimize ne tipte oklar fırlatacak ve Trier bunları olağanüstü bir görselliğe bulayıp başucumuza dizmeye devam edecek mi şimdilik bilmiyoruz. Ancak Trier’in en az amcası Lars von Trier kadar marifetli bir sinemacı olduğu ve çok yakında boynuzun kulağı geçeceğini söylemek hiç de zor değil.